Cuma, Ekim 26, 2012

erdin abi'nin mirası

peki,
ya bu sarı siyah bant arkasındaki ceset ben isem, ilk anlamını terk etmiş endişelerimizden hangisine sığınmalı erdin abi, her bir yeniyi yeni bir başlangıç sayacak olan bu kader hangi sonu bilinmeyen masalın mirası.

günahlarımla sev beni çocuk... dedi, cevap veremeden öldü. aynı hatayı iki kez yapmamak için uğraştığım zamanlardı, tekrarlanmayan her bir hata için yeni bir hata yapıyordum sürekli.  o'nu ilk tanıdığımda yalnız bir kıyıya özlem büyütüyordu geceleri. bu yakamoz ayaklarının ucundaki denizde bitip, saçlarının beyazında başlıyor demiştim bir gün. acı bizi olgunlaştırmayı bırakalı çok oldu çocuk artık tüketmeye başladı demişti karşılık olarak.benimle vakit geçirmekten zevk almadığını düşünmüştüm o an sadece. yıllar sonra kız arkadaşım hangi rengi sorsam sen sonbahar gibi soluyorsun sevgilim dediğinde hangi kıyıya kürek çeksem aynı yakamoza takılıyorum diyerek hem o'na hem erdin abiye cevap vermiş oldum. sonra beni terk etti. artık yapılmaması gereken hataları bir kenara bırakıp kadere inanmaya başlamıştım..
erdin abi'nin ölümünden 7 gün sonra bir avukat arayıp erdin abi'nin tüm mirasını bana bıraktığını söyledi. bir de, sen karşı kıyıya kürek çek tüm geceler seninle gelecek çocuk diyerek bitirdiği bir mektup bırakmıştı. gülümsedim çünkü erdin abi yanılıyordu ve eski sevgilim bir kaç ay önce evlenmişti.olmaktan korktuğum her şeyi sevmeye erdin abi ile başlamıştım. bir gün onun gibi acı dolu olmaktan çok korkuyordum ama bu o'nu sevmemi hiç engellemiyordu. çok sonları, olunmak istenilenden de tiksinmeye başladım. erdin abi de insan kibrinden tiksinirdi, gün ve gün erdin abi'ye benzemek bir kaderin sondan bir kaç önceki durağıydı belki.
artık sevdadan çok kusurların söz edildiği hecelere dolanmış insanlar çıkıyordu karşıma sürekli. erdin abi bir gün; hayat, yolların kesişmesinden ve ayrılmasından başka bir şey değil, kusur arayarak kendini tüketme demişti.aşka inandığım zamanlardı, erdin abiye toy cümleler kurmuştum. biz seni böyle bilmezdik denileni çok olmuştu ve köklerimi hangi kadında kuruttuğumu unuttuğum zamanlardı.bir gün hatırıma geldi.
şubatın en kimsesiz günüydü, yağmur yağıyordu.
beni günahlarımla sevseydin keşke dedim.
dostlar sağolsun dedi..

Perşembe, Ekim 18, 2012

I.


ev kurulur kör mermi habersiz
bir duvar işçisiyim ben sadece ciwan'ım.
bir duvar işçisi.
akın helak saatler eskiten
ilmeği boynunda türküler söyleten
bir mum ışığı yanaşır sonra,
biri kendini asar yan odada içimizden
ne çok iç büyütmüşüz halbuki
askıda kalmış ayakları seyir ederiz bizde
ciwan'ım sen söyle bir odada ölebilmek için kaç duvar gerekir.?

bir duvar işçisiyim,
siyahının kahvesini bildiğim bir ölüm için
akşamını tutuşturup kazma kürek ile çalıştığım
bir başka bir başka ve bir başka günün sabahına yetişemeyen..






Cumartesi, Ocak 07, 2012

kan ve ekmek

siyah şemsiye altında , her bir adımın aynı mecazda tutulduğu bir yol üstü kahvesine vardım , uzun soluklu yağacak-şiddetlenecek ve an itibariyle kesilecek bir yağmurdan önce. beklenmeyen bir yabancı için ayrılmış boş masaya oturdum ve yol üstü kahvecisine seslendim , kan ve ekmek.
siyah şemsiye altında insanlar renk değiştirene ve kara bitene kadar durmadan yürüdüm. toprağa gömülen bir denizcinin cenazesine vardım bir akşamüstü. gidiyoruz dedi bir denizci geceleri de aydınlık olana kadar bu gökyüzü. aralarına katıldım. güneş , ufukta batarken günlerce kürek çektik deniz bitene kadar. ayrılma zamanı geldiğinde hiç bir denizci ile vedalaşmadım. bir akşamüstü çıktığım yolculuğum aynı akşam üstünde uzun günlerden sonra bitiğinde , batan güneşin turuncuya çalan renklerinden gölgelenen yüzümden başka değişen bir şey yoktu.
siyah şemşiyenin altında düşündüğüm iki şey vardı , kan ve ekmek.
hala düşündüğüm iki şey.

Pazartesi, Aralık 05, 2011

hassas dönüşümler

bir sandalye duvara vurulduğunda parçalanabilir. bu gezegende, parçalanabilir olmayan herşey için birden on-a kadar sayıyorum.

birisi artık bu gerçeği geminin kaptanına haber vermeli. birbirimizden hangimiz en gereksiz hassasiyetlere sahipse bu kutsal görev ona niyet olmalı.
- kaptan! tüm seyir defterini parça parça talan ettik ve tüm devrik cümleleri tutuk aldık.
- emirlerinize amede ve size hastayız.
- şimdi ne yapmamızı istersiniz efendim?
- hepsini yakın amına koyim.

eyy Luna , sevgili dostum.
bu mektubumu madagastarın en ucra tepeciklerinden, orta amerikanın bilinmeyen kayacıklarından ve en ağır kanayan yaralarımdan yazıyorum. doktorlar yazmaya devam edersem kan kaybımdan kıvrana kıvrana gebereceğimi söylüyorlar ama ben inanmıyorum. şili-li bir dostuma da aynı şeyi söylemişlerdi, bir kaç ay sonra kendi iç çatışmalarında kalbine saplatan bir kurşun yüzünden öldü. öldüğü sırada vücudunda yeteri kadar kan mevcuttu ama o kana hayat verecek kalbi çok hızlı bir şekilde durmuştu. bir kalbin bu kadar çok hassas olması o gün beni çok düşündürdü. geçen gün ağır bir yanlızlık tarafından kurulan pusuda bir kaç adamımı kaybettim. bugün geri döndüler. yollarını kaybetmişler ve -share- denilen hobit mi godik mi goddak mı kendilerine böyle seslenen küçük insanların köyüne denk gelmişler. anlatılanlara göre adamlarımı çok iyi ağırlamışlar biri hariç, o ufaklığında yükü ağırmış ondan pek bi ilgilenemiş ama yinede bu küçük insnaların başardıkları büyük şeyleri duyunca bir an küçülürek ağır ağır yok olmak istemedim değil. sevgili dostum, içimden üçe kadar saydığım günlerin aksine artık ona kadar sayıyorum. eskisinin aksine gözlerimi açtığımda gördüklerim yeni bir şeyler yaratmaya çalışmaktan çok yıkılan-talan edilen-yanan şeyler oluyor ve zaman bize sahip olduğumuz gerçekleri yüzüstü bırakmama konusunda mühim dersler veriyor. ondandır yanlızlık eskisi kadar korkutmuyor. geçen gün çok daraldım , ira ve eta nın silah bırakmaya yanaşmayan elemanları tarafından kurulan derneğin lokaline bir kaç kadeh içmek için uğradığımda eski bir dosta rastladım.
- yaktım geldim tüm seyir defterlerini. dedi.
-gemiler noldu. dedim. gülümsedi. anlatacak çok fazla bir şeylerin olmadığına değiniyordu bakışları , yabancılaşmadım.
"insan yaşadığı yere benzer" demiş sevilen şair.
yaşadığım hiç bir yere benzeyememekten korkuyorum artık. gölgelerinden korkan büyük insanlar gibi titrek her bir adıma bir kaç düşünce sıkıştırmak beni en çok yoran şeyler arasında geliyor. ara ara, unutmaktan yüz alan geçmişlerimize bakıyorum saygı ile ,  içim ürperiyor. anlatmanın susmaktan, başka bir şeylerin anlamaktan daha iyi geldiği günler geçiyorum sıklıkla. her biri de , bir öncekiden iklimine göre daha sıcak veya daha soğuk akıyor içiçe geçmiş bensizliklerimizden. kabullenemiyorumda. sanırsam, artık beni burda bırakın deme zamanları geldi ve geçti, bu sebeple eylemsizlik kaçanılmaz bir son benim için. yapıtığımız her şey için mantıksal bir sınama aramaktan öte artık yaptığım hiçbirşey için sebep aramak zorunda kalmıyorum. bu benim büyümüş olmamı gerektirir.bunun ile birlikte , büyüdükçe bir mandalina kabuğuna daha çok benziyorum.

bir kaç gün oluyor, madagastarın orta kesimlerinde sivil toplum örgütleri tarafından gerçekleşirilen silahsızlanma eylemine birliklerimizle katıldık, imza kuyruğunda birliklerimizin büyük bir bölümü düşman askerleri tarafından esir alındı. olayın akşamında adamlarıma yaptığım konuşmada ,
- herşeyin bir bedeli vardır, esir düşen arkadaşlarımızın ödediği bedel gelecek kuşakların kefaletidir. diyebildim sadece. sen olsaydın neler söyleyebileceğini düşünüyorum bende. bazen neler konuşabilceğimi daha çok düşünüyorum, bazen konuşmak için sebeplerim oluyor ama bir türlü kendimi kaptıramıyorum. ama sanıldığının aksine bu beni daha güçlü kılıyor. ama daha çok hassaslaştırıyor, kurtulmaya çalışıyorum.

sevgili dostum Luna,
mektubumu hep sormak istediğim bir soruyla bitirmek istiyorum.
-  gerçek adın sahiden Luna mıydı?







Pazar, Kasım 20, 2011

eğir nasip

sanayinin kapısından hızlı adımlarla ilk oto tamircisine doğru yöneldi. içeri girdi, dört buçuk kişi gördü. birincisi kapıda çay ve sigara içiyordu, ikincisi de ona eşlik ediyordu. bir tanesi dükkanın sağ arka köşesinde bulunan muslukta ellerini yıkamaktaydı, 8 adım arkasnda ki masanın üzerinde yarı açılmış bir poşetin içinde duran yarım ekmek köfte ve bunlardan ayrı masanın duvar kenarına yakın durmakta olan kola şişesinin muhtemel sahibiydi. buçuğuncu kişi de beline kadar olan kısmı 2003 model bir arabanın altına uzanmıştı, sadece bacaklarını görünmekteydi. arabanın sahibi muhtemelen kapıdaki birinci kişiydi. elbiselerinde oraya ait olmayan bir hava vardı ve temizdi.
adam konuştu
- levye lazım bana.
lavaboda ki çocuk atıldı
- ne levyesi abi
ikinci adam cevap verdi
- leyve istiyosan nalbura bakcan, buralarda bulamazsın.dedi. mimiklerini değişirip devam etti
- napcan levye yi yeğenim.
adam cevap verdi
- kafayı kırcam,
dedi ve tükkandan ayrıldı,

Çarşamba, Kasım 16, 2011

(..) ses ve korku


her an içinde kaybolacağım bir çatışma yaratacak gibi duruyorsun karşımda ve yağmurun saçakları aşındırdığı, dingin bir istanbul akşamında ses veriyorsun , yönümü kaybetmiş olmaktan korkuyorum ve hızlı bir ölüme adım atmaya karar veriyorum. sana gelebilmek için verilen tüm uğraşılar, hiçbir kayıp sokağı aşındırmıyor, gece kış aylarında ise yine, uzun ve uzun oluyor. ve sen ses veriyorsun. yönümü kaybetmiş olmaktan hep korkuyor oluyorum, her bir kan zerreciği, sonu kanla bitecek bir isyan içinde damar çepherlerimi zorluyor. yönümü kaybetmiş olmaktan korkuyorum, iki ihtimal arasında herhangi bir kayıp sokağa atıyorum kendimi, uzun ve uzun gece boyunca altına indiğim her sokak lambası tarafından yaşanmış tüm geçmişlerden sorguya çekiliyorum. gecenin en umutsuz virajında, çayını demli ve sürekli üç şekerli içen eski bir kimsesize rastlıyorum, derin bir nefes alımında. güçlü ve yıkıcı bir fırtınadan sonra gelebilecek daha güçlü ve daha yıkıcı bir fırtına huzursuzluğunda konuşuyor, yönünü kaybetmekten mi korkuyorsun. yönümü bulduğumda onu bulamamaktan korkuyorum diyorum bir an. sessizlik çoğalıyor, yaslı ve sorgucu tüm kayıp sokaklardan geçiyorum her bir gölgeye sinerek, bacaklarımda ki taakatsizliğe yenik düşmeden önce kayıp bir sokak lambasına yaslanıyorum.ses veriyorsun ışık sızdırmaz aralıklardan, havada kalan sessizlikliklerden. yönümü kaybetmekten şimdi çok daha fazla korkuyorum. içim içime sustukça her an seni bulacak gibi üşüyorum. saçakları aşındıran sensizlik-sessizlik ve kimsesizlik.
ses veriyorsun...
saçakları aşındıran her bir yağmur zerreciğine inat yönümü kaybetmiş olmaktan,bulduğumda seni bulamamaktan ve tekrar kaybetmekten... çok korkuyorum.

Çarşamba, Eylül 07, 2011

inçepçın

' inancı olan herkes yapabilir, kimselik bir durum değil ' diyerek söze girdi yaşlı gezgin ve devam etti ' insanların samimiyetinden şüphe etme, bil '

bu fani dünya da gezilesi kaç farklı diyar, konuşulası kaç farklı dil vardı sormak istemedim. mesela adını bilmediğim bir memleket söyle! baş harfi küçük, gidip göreceksek eğer ilk adımımız biraz aykırı olsun. ben yanımda üç beş şairden bir kaç dize getirebilrim, sen yanında beni götürebilirsin.mesela küçük bir ada imiş çok eskiden, adı da şey! yani bişey olsun işte, gökyüzü tabi ki mavi kalsın bi zahmet denizi de öyle, ağaçları yeşil, mesela bir karanfil çıksın akşam üstü karşımıza, patika kenarında değil tam ortasında, ben alıp sana uzatayım sen de bana, mesela sonra tekrar yol ortasına. hani öyle bir diyar söyle ki kopardığımız her çiçek için koparılmamış bir çiçek olarak kalsın, patika kenarına değil tam oratasında, öylesine ki bir başka kimselere bırakmayalım hiç bir anımızı,
sen söyle gezgin!
bir diyar, varlığımızın üstüne örtülecek bir sır olsun.

emin olabilirsin her hücreden her cümleye, bilmediğin hiçbir şey için üzülmeyerek yaşayabildiğin sürece. mesela 'diyalektiğin' anlamını bilmeden kaç yıl yaşamış olabilirsin? ya da akşam olur, karanlık çok uzundur. diyalektiğin saçmalaya bilir, karanlıkların sonuna yeni karanlıklar ekleyebilir mesela. uzun karanlıklarda görmeden yaşabilmiş olman neyi değiştirir? gezgin cevap verdi; ' kör bir dostum var, onun yanına gidelim o senin sorularına cevap bulur lakin ne kadar sabrettiğinin bir önemi olmayabilir uzun karanlıklara veya aydınlanan geçmişine uykusuz yakalanmana.' uzun bir yol yürüyerek geçti günün güneşi, batmaya yakın kaç patikadan sapmıştık, hesap ediyordum. ' geldik ' dedi gezgin. etrafımı çevrelemişti vadi, balıkların tersine yüzdüğü bir ırmak kenarına vardık,bu ırmaktan mı geçiçez. cevap verdi gezgin; ' hayır, biz geçtik bu ırmaktan ağaçlar göreceksin birazdan fidana dönüşen, çiçekler var ilerde tohumuna dönen, bir karanfil sevdiğin kadına vereceğin çok önceden koparılmış, zamanın tersine işlediği bu vadide sen kendi varlığını göremediğin karanlıkta bulamayan, kör bir dostumdan cevap bekleyeceksin' kör cevap verdi; ' ya bir başlangıçımız yok ise, eğer başlangıcının kaynağını bilmiyorsan zamanın geriye akmasının ne önemi vardır, ki bir kahin değilsen zamanın normal işleyişinin ne önemi olabilir. varlık içinde bulunduğun her şey ise kaynağını seçme hakkında sana aittir. ' diyerek bitirdi kör lafını.

başlangıcını bilmediğim her şey bir noktaya dönecektir. ama seni bildiğim sürece sana döneceğim
bildiğim tek hakikattir.

Cuma, Haziran 03, 2011

öznesiz ve devrik

kırmızı ışık sürekli yanıyor.
tık! kapalı artık.
bu halının köşesine takılıyorum sürekli, bir şeyler düşünmeye çalışarak geçirdiğim çok vakit var.bazen bir hair müzikalinden dışarı fırlatılmış bir hissiyata, çok renkli çok alt metinsiz özünde asi.gri bir filtre geçirdiğim oluyor sonra,yaktığım her sigara kalın parkalı gece yürüyüşlerine itafen. uzun uzun yürüdüğümü hayal ediyorum, her adımım daha karanlık olsun mesela, şiddeli bir düşüşse, bu yarık karanlıkları dolduracak bir alt metinsizlik durduruyor beni. yaşanmış tüm anılara karışmış çok amerikan vari amerikan filmleri, koltuk altı kıllarına sürekli sigara dumanı üfleyen bir fransız filminden çıkarılacak bir varoluşcu felsefe ve hala ne olduğunu çözemediğim gerçekci alman dışavurumculuğu fizyonu.arada bunların hiçbirinde kendisine bir yer edinememiş bir ispanyol mücadelesi koymak istiyorum. son olarak ne zaman gaydalı bir film izlesem gözlerimi yaşartan irlandalılar. 'it is not an american story it is an irish one'.değişmli liste!
alt metinsiz hayallere çekilemeyen boyu kısa işlevi önemli filmler, bir yanda yeterli ışıksıklıkta soğuk kadrajlı resimler, yazılamayan hikaye,basılamayan roman ve bestelenemeyen ezgi. oynanabilirliği düşünülen pratikte zayıf tek kişilik oyun. bunların hepsinin bir kişi tarafından gerçekleştirildiği bir hayal kahramanına, herşeye sırt çevirtecek bir alt metin, kısa olmak üzere 'vay be' dedirtecek bir cümle. öznesiz ve devrik.

bundan sonra ki hikayenin adı bu,sonrası bir hikaye olmalı.

Perşembe, Nisan 21, 2011

sıfır mrb

soğuk günlerin gecelerine itafen çizilmiş yol haritaları,
uzun ince ve çokça.
aklımda tek bir cümlesiz ve sessiz,
kanatsız olan herşey ve terbiyesiz kaplumbağalar
gökkuşağından önce aklıma yanaşacak bir dal parçası, şiddetli bir rüzgâra çok direnmiş.
Gitmek ya hep kendi içine dönmek gibidir
ya da
değildir,
nerden bilebilirim.
bilemem.
bir de abimi çok özledim..

Pazar, Nisan 17, 2011

12 Renk Hikayesi - 1. Hikaye

Kalemliğin içinde duran, on iki farklı renkli kalemi üçer beşer hızlıca eline alıp, tek tek saymaya başladı. Kalemlik şimdi daha boştu. Kalemleri masanın üzerine aynı hizada sıraladı. Bir kâğıt parçası çıkarıp gözüne en ilginç renkteki kalemle adını uzunca el yazısıyla yazdı. Sonra başka bir renk denedi. On iki renkte on iki kez adını yazdıktan sonra, kalemleri toplayıp yerine koydu ve adının on iki renkle yazılı olduğu kâğıt parçasını eline alıp incelemeye başladı. Alt alta sıralanmış, ilk bakışta aynı kişi tarafından yazıldığı rahatça anlaşabilecek olan kâğıt parçasına baktıkça her bir rengin birbirinden değişik bir karakterde yazıldığını fark etti. Hepsinin kendisine ait uzun kısa, yuvarlak çizgileri mevcuttu. Bazı çizgiler cesur bazılar ürkek. Sanki on iki farklı renkteki kalem kardeşin, birbirinden farklı hikâyelerini dinler gibi hissetti. Hangi renge baksa o konuşmaya başlıyordu, sonra bir başkasına dönüyordu ve bazıları da konuşmaya hala devam ediyordu, hepsini garip bir tebessümle sabırla dinliyordu. İçlerinde sakince hiçbir şey söylemeden, sessiz bir ifade takınmış, etrafı izleyen siyah renkliyi fark etti. Çok suskundu. Siyah renkliye bakarak

- Senin neyin var? Diye sordu.

Siyah renkli başını yavaşça kaldırıp, gözlerinin içine baktı.

- Nasıl! Diye cevapladı.

- Sen hiç konuşmuyorsun, Neden? Dedi.

Her bir kardeşin suskunluğu gözle görülür olmuştu, hepsi birden siyah renkliye bakıyordu.

-        Ben çok sık konuşmam, kardeşlerim hep benim yerime konuşur ve anlatır. Onların tüm hikâyelerin içinde ben de varım zaten ve ben ne zaman konuşursam kötü bir şey gelir başımıza, o yüzden çok konuşmam. Hatta hiç konuşmam, sadece dinlerim.

Aldığı cevaba biraz sessiz kalarak devam etti. Düşünceli,sordu.

- Peki, şimdi başımıza kötü bir şey mi gelecek?.

- Bilemiyorum, belki gelmez. Belki bunu bir istisna olarak kabul eder, belki de etmez.

- Kim?

- Bilmiyorum kim olduğunu, varlığını hiç sorgulamadım daha önce. Ama her konuştuğumda başımıza kötü bir şey gelmesini sağlayan biri belki vardır, belki de yoktur.

Siyah renklinin konuşmamasının daha iyi bir fikir olduğu geçti içinden. Başına kötü bir şey gelmesini istemiyordu. Başını sallayarak, onaylar gibi siyah renkliyi susturdu. Zaten konuşmak için de pek bir nedeni yokmuş gibi bakıyordu. Diğer kardeşlerde bir tedirginlik hissediyordu. Turuncu öne atıldı. Ve anlatmaya başladı.

- Hayallerle dolu ve korkularla sınanmış olan her şey. Tüm yaşantında yaşanmış olanın tanımlanması, bir anda karşına çıkacak olan şey. Yüz yüze kaldığında kendini daha iyi tanıyabileceğini düşündüğün ve kaç kez kendini sınamış olsan da her defasında tüm bildiklerini unuttuğun şey. Seni gezgin bir dünyanın suskun anlatıcılığına zorlayan, düşünebileceklerinden hep daha fazlası, dokunduğunda ansızın kayıp, gözlerinin içine bakmana izin vermeyen, cesaret ettiğinde üzerine tüm gücüyle yüklenen şey.

- Nedir bu?

- Korkun.

Yavaş bir refleksle geriye yaslandı. Filler geldi aklına. Uzun ömürlü hafızalar sahiptiler. Uzun ömürlü korkular.

Kat kat üzerine binmiş korkularını keskin bir ifadeyle kesebilseydi

kaç yaşında

olabilirlerdi.

Cuma, Mart 25, 2011

parça parça

bir biri arkasına sıralanmış yitik onca hikaye. her biri mutlaka yarım bırakılmış, bir sonrakine hevesli biraz daha az özenli, 'evet' tekrar yazıyorum ve bilmiyorum ne kadar yarısında bırakabilirim bir yenisini, dilin yok ki senin isyan edesin, benim de zaten bir güzellik arayışım yok artık neden yarım kalasın...

-tadını biliyor olmam güzel bir kadının dudaklarını hayal edemeyeceğim anlamına mı gelmeli?

yazmak isterim elbet bir ton ağırlığınca, içinde ne gitmek üzerine bir çağrışım ne yanlızlık... rengi gri olan ne var ise aniden bastırıvericek şiddetli bir yağmurla eriyecek, rengi gri olan her şeyi bilmeyerek anlatmak istemek.
kabul ediyorum bu metaforu ya bir önceki kazıntımdan çaldım ya da bilge karasu dan ve hatırlamıyorsam eğer iyi bir şey olarak kazıyorum.
soru mesela. işte cevaplarını aramadığım sorular ya da çözümlü bir dünya da soru'suz yaşamak diyelim. bunlardan öte sevdiğim bir laf var sevdiğim kadına söylediğim.
'Hastayım Sana...'
bir film de karşıma çıktı bir an tereddüt ettim ordan mı çalmışım diye,
bir insan evladı olarak bu tereddütleri yaşamak belki garip değildir, her şeyin her şekilde çalınabilirliği üzerine kurulu bir gezegende yaşıyorsak lakin ben sevmiyorum bu gereksizliği...

temel dursun adriana lima lı bir fıkradan bağlanmış bir amaç uğruna bunları yazıyor olduğum gerçeğini unutamıyorum bir de.

saygıyla...